İhsan Atasoy şarkı sözleri

İktisat ve kanaate, israf ve tebzîre dairdir. ?????? ????? ??????????? ?????????? – ?????? ??????????? ????? ?????????? 1 ŞU ÂYET-İ KERİME, iktisada kat'î emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu meselede Yedi Nükte var. BİRİNCİ NÜKTE Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. 2 İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır. İKİNCİ NÜKTE Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, âsâb ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile merkez-i vücuttaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa 'Yasaktır” der, dışarı atar. Bazan da, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür. İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın. İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. 'Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. 'Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün” dedirmeye mecbur edecek. İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder. ÜÇÜNCÜ NÜKTE Sabık İkinci Nüktede, 'Kuvve-i zâika kapıcıdır” dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir. Fakat hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Altıncı Sözdeki muvazenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâika da taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyenin envâını tartmak ve tanımak, bir şükr-ü mânevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte, bu surette kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde hükmü var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir hadise ve bir keramet-i Gavsiye: Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: 'Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!” Hazret-i Gavs tavuğa demiş: 'Kum biiznillâh!” 3 O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: 'Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.” 4 İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir. 'İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez” meâlindeki 5 ??? ??????? ???? ????????? hadis-i şerifi sırrıyla, 'iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.” Evet, iktisat kat'î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat'î deliller var ki, had ve hesaba gelmez. 6 Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki: İktisat vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel 7 benimle beraber Burdur'a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: 'Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüzsuyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan 'nâstan istiğnâ” mesleğini bozmadı. Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır. Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse, 8 ????? ????? ???? ??????????? ??? ?????????? ?????????? sırrıyla, 9 ????? ???? ???????? ??? ????????? ?????? ????? ????? ????????? sarahatiyle, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu âyet taahhüt ediyor. Evet, rızık ikidir: 10 Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile, o rızık taahhüd ü Rabbânî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz. İkincisi, rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla hâcâtı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesât-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır. Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı meşru bir surette kazandığı parayla aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır. Çünkü 11 ????? ???????????? ????????? ??????????? sırrıyla, haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir, fazlasını alamaz. Evet, muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzetle fazla yenilmez. İktisat, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delâlet eden bir vakıa: Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona dedi: 'Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.” O muktesit ihtiyar demiş ki: 'Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî'nin minnetini almam.” Sonra Hâtem-i Tâî'den sormuşlar: 'Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?” Demiş: 'İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.” 12 BEŞİNCİ NÜKTE Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya, yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir. Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları hısset ile ittiham ediyorlar. Hâşâ! İktisat, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikati teyid eden, bu risalenin telifi senesinde Isparta'da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki: Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve Ramazan'da o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, 'Alınız” dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat her ne ise, birbirine ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir cihette ulvî bir hasletle iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler. Ben gülerek dedim: 'Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü üçe indirdiniz. Afiyet olsun!” dedim. Fakat ben, kendi o bir okka balımı iktisatla sarf ettim. Bütün Şâban ve Ramazan'da hem ben yedim, hem, lillâhilhamd, o kardeşlerimin herbirisine iftar vaktinde birer kaşık (HAŞİYE-1) verip, mühim sevaba medar oldu. Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telâkki etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telâkki edebilirler. Fakat hakikat noktasında, o zâhirî hısset altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmeseydi, bir dilencilik ve gayrın eline tamahkârâne ve muntazırâne bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir hâleti netice verirdi. ALTINCI NÜKTE İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise, 13 sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız sureten bir benzeyiş var. Bu hakikati teyid eden bir vakıa: Sahabenin Abâdile-i Seb'a-i meşhuresinden olan Abdullah ibni Ömer Hazretleri ki, Halife-i Resulullah olan Faruk-u Âzam Hazret-i Ömer'in (r.a.) en mühim ve büyük mahdumu ve Sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zât ı mübarek çarşı içinde, alışverişte, kırk paralık bir meseleden, iktisat için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti 14 muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir Sahabe ona bakmış. Rû-yi zeminin halife-i zîşânı olan Hazret-i Ömer'in mahdumunun kırk para için münakaşasını acip bir hısset tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister. Baktı ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o Sahabe merak etti. Gitti, o fakirlere sordu: 'İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?” Herbirisi dedi: 'Bana bir altın verdi.” O Sahabe dedi: 'Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, kemâl-i rıza-yı nefisle versin!” diye düşündü. Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer'i gördü, dedi: 'Ya imam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.” Ona cevaben dedi ki: 'Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.”İmam-ı Âzam, bu sırra bir işaret olarak ??? ????????? ??? ????????? ????? ??? ?????? ??? ???????????? demiş. Yani, 'Hayırda ve ihsanda—fakat müstehak olanlara—israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”15 YEDİNCİ NÜKTE İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi verir: BİRİNCİSİ: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa'ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı (HAŞİYE-2) terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder. HIRSIN İKİNCİ NETİCESİ: Haybet ve hasârettir. Maksudunu kaçırmak ve istiskale mâruz kalıp teshilât ve muavenetten mahrum kalmak, hattâ 16 ??????????? ??????? ??????? yani, 'Hırs, hasâret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir” olan darbımesele mâsadak olur. Hırs ve kanaatin tesiratı, zîhayat âleminde gayet geniş bir düsturla cereyan ediyor. Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi, hayvânâtın hırsla meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini gösterir. Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi lâtif bir gıdanın, ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırsla noksan ve mülevves rızıklarına saldırması, dâvâmızı parlak bir surette ispat ediyor. Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel rızıklarına medar olması ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırsla rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir. Hem Yahudi milleti 17 hırs ile ribâ ile hile dolabı ile rızıklarını zilletli ve sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması ve sahrânişinlerin, yani bedevîlerin, kanaatkârâne vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması, yine mezkûr dâvâmızı kat'î ispat eder. Hem çok âlimlerin (HAŞİYE-3) ve ediplerin (HAŞİYE-4) zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların, fıtrî kanaatkârâne vaziyetleriyle zenginleşmeleri 18 kat'î bir surette ispat eder ki, rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir, iktidar ve ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir. 19 ????????????? ?????? ??? ??????? hadisinin sırrıyla, kanaat bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise, bir maden-i hasâret ve sefalettir. ÜÇÜNCÜ NETİCE Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir. Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir. (HAŞİYE-5) Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir. İktisat ise, kanaati intaç eder. 20????? ???? ?????? ????? ???? ?????? hadisin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder. Hem sa'ye ve çalışmaya teşcî eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz'î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır. Hem iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekvâ kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır. İktisatsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dairede müşahede ettim. Şöyle ki: Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin, oranın müftüsü birkaç defa bana dedi: 'Ahalimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. 'Fesübhânallah,” dedim. 'Bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir.” Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle beraber, o merhum müftü 'Ahalimiz fakirdir” diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, 21 israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıat vardır. İslâm hükemasının Eflâtun'u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhi i meşhur Ebu Ali ibni Sina, yalnız tıp noktasında, 22 ?????? ??????????? ????? ?????????? âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş: ???????? ???????? ??? ?????????? ??????? – ???????? ????????? ??? ?????? ?????????? ????????? ???? ???????? ???????? ?????? ????????? – ????????????? ??? ?????????????? ???????? ????? ?????????? ???????? ?????? – ???? ????????? ?????????? ????? ?????????? Yani, ilm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir. (HAŞİYE-6) ??????????? ????????? ?????? ?????? ???????????????? ??????? ?????? ?????????? ?????????? 23 • Câ-yı hayret ve medar-ı ibret bir tevafuk: İktisat Risalesini, üçü acemî olarak, beş altı ayrı ayrı müstensih, ayrı ayrı yerde, ayrı ayrı nüshadan yazıp, birbirinden uzak, hatları birbirinden ayrı, hiç elif'leri düşünmeyerek yazdıkları herbir nüshanın elif'leri, duasız elli bir (51), dua ile beraber elli üç (53)'te tevafuk etmekle beraber, İktisat Risalesinin tarih-i telif ve istinsahı olan Rûmîce elli bir (51) ve Arabî elli üç (53) tarihinde tevafuku ise, şüphesiz tesadüf olamaz. İktisattaki bereketin keramet derecesine çıktığına bir işarettir. Ve bu seneye 'Sene-i İktisat” tesmiyesi lâyıktır. • Evet, zaman, iki sene sonra bu keramet-i iktisadiyeyi, İkinci Harb-i Umumiyede her taraftaki açlık ve tahribat ve israfatla ve nev-i beşer ve herkes iktisada mecbur olmasıyla ispat etti. Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler : 1 : 'Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” A'râf Sûresi, 7:31. 2 : bk. İbrahim Sûresi, 14:7. 3 : 'Allah'ın izniyle kalk (diril).” 4 : bk. Geylânî, Gunyetü'l-Tâlibîn s. 502; Nebhânî, Câmiu Kerâmâtü'l-Evliyâ 2:203. 5 : Müsned, 1:447; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 5:454, no: 7939; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 3:36, 6:49, 56, 57. 6 : Taberânî, Mu'cemü'l-Evsât 7:25; Beyhâkî, Şuabü'l-İman 5:254. 7 : Bahsedilen tarih 1926 senesidir. 8 : 'Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır.” Zâriyat Sûresi, 51:58. 9 : 'Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah'a ait olmasın.” Hûd Sûresi, 11:6. 10 : bk. Cürcânî, Tarihü Cürcân s. 366; Gazâlî, el-Makasıdü'l-Esnâ s. 85-86. 11 : Zaruretler zaruret miktarınca sınırlandırılır. 12 : bk. Buhârî, Müsâkât 13, Zekat 50, Büyu' 15; İbni Mâce, Zekat 25; Müsned 1:167. (HAŞİYE-1) : Yani, büyükçe bir çay kaşığı iledir. 13 : Ebû Dâvûd, Edeb 2: Müsned 1:296. 14 : bk. Tirmizî, Büyû' 3; İbni Mâce, Ticârât 1; Dârimî, Büyû' 98. 15 : bk. Gazâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn 1:262; Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân 7:110; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr 5:454. (HAŞİYE-2) : İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan san'at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip sukut eder, fakir düşer. 16 : bk. İbni Kays, Kura'd-Dayf 4:301; el-Meydânî, Mecmeu'l-Emsâl 1:214. (HAŞİYE-3) : İran'ın âdil padişahlarından Nuşirevân-ı Âdil'in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzürcmehr‘den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: 'Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da, ümera ulema kapısında görünmüyor? Halbuki, ilim emâretin fevkindedir.” Cevaben demiş ki: 'Ulemanın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani, ümera, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulema ise, marifetlerinden, mallarının kıymetini dahi bildikleri için, ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürcmehr, ulemanın arasında fakr ve zilletlerine sebep olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nâzikâne cevap vermiştir (Hüsrev) (HAŞİYE-4) : Bunu teyid eden bir hadise: Fransa'da ediplere, iyi dilencilik yaptıkları için dilencilik vesikası veriliyor. Süleyman Rüştü 17 : bk. Bakara Sûresi, 2:61, 96. 18 : bk. ed-Deylemî, el-Müsned: 4:385. 19 : 'Kanaat, tükenmez bir hazinedir.” bk. et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat: 7:84; el-Beyhakî, ez-Zühd: 2:88; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ: 2:133. (HAŞİYE-5) : Evet, hangi müsrifle görüşsen, şekvâlar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da yine dili şekvâ edecektir. En fakir, fakat kanaatkâr bir adamla görüşsen, şükür işiteceksin. 20 : 'Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer.” bk. İbnü'l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi'l-Hadîs: 4:114; ez-Zebîdî, Tâcü'l-Arûs: 22:90. 21 : bk. et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr: 10:128; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat: 2:161, 274; el-Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ: 3:382, 4:84. 22 : 'Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” A'râf Sûresi, 7:31. (HAŞİYE-6) : Yani, vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek, veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır. 23 : 'Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32. Lügatler acemî : göreve yeni başlamış acip : hayret verici acz : güçsüzlük âdil : adaletli ahali : halk ahlâk-ı âliye-i Peygamberiye : Peygamberimizin yüce ahlâkı ahlâk-ı seyyie : kötü ahlâk âlâ : güzel, yüce, en üstün âlem : dünya, evren âlim : bilgin amel-i uhreviye : âhireti kazanmak için yapılan amel, iş Arabî : Hicrî takvime göre arz-ı hâcet : ihtiyacını bildirme âsâb : sinirler âyet : Kur'an'da yer alan her bir cümle âyet-i kerime : şerefli âyet, Kur'ân'ın herbir cümlesi azîm : büyük aziz : izzetler, aşağılığa tenezzül etmeyen kişi bahillik : cimrilik bedevî : çölde yaşayan, göçebe belâ : büyük sıkıntı bereket : bolluk beşer : insanlık beyan etmek : açıklamak bilmecburiye : zorunlu olarak binaen : dayanarak bittecrübe : deneme yoluyla câ-yı dikkat : dikkat çekici, ilginç nokta câ-yı hayret : hayret verici, şaşırtıcı, hayret verici nokta cehl : cahillik, bilgisizlik celb etmek : çekmek Cenâb-ı Hak : Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah cereyan etmek : meydana gelmek, gerçekleşmek cihet : taraf, yön civanmert : yiğit, mert cüz'î : ferdî, az, sınırlı dâhi-i meşhur : dehasıyla meşhur olmuş kişi dair : ilgili, ait darbımesel : atasözü dâvâ : iddia define-i hüsn-ü maişet : iyi geçim kaynağı delâlet etme : delil olma, işaret etme derk etmek : anlamak, algılamak ders-i hikmet : hikmet dersi düstur : kural düstur-u hayat : hayat prensibi edip : edebiyatçı ehemmiyet : değer, önem ehl-i gaflet : âhirete, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar ehl-i hakikat : gerçeği bulup onun peşinden gidenler ehl-i israf ve tebzîr : israf edenler, savurgan kişiler ehl-i kalb : kalb ehli, manevî derecelere yükselen kişiler ehl-i şükür : Allah'a karşı minnet duyan kişiler ehl-i takvâ : takvâ sahipleri ehl-i vicdan : vicdan ve merhamet sahibi kimseler elem : acı, keder elhasıl : kısaca, özetle elif : Arap alfabesinin ilk harfi emâret : amirlik, yöneticilik envâ : türler, çeşitler envâ-ı niam-ı İlâhiye : İlâhi nimetlerin çeşitleri ezcümle : meselâ, örneğin fakr : fakirlik fakr u zaruret : yoksulluk ve çaresizlik fakr-ı hal : fakirlik farz etme : var sayma fasıla : ara Fâtır-ı Hakîm : her şeyi hikmetle ve üstün sanatıyla benzersiz olarak yaratan Allah Fesübhânallah : 'Allah'ı her türlü kusur, ayıp ve eksiklerden tenzih ederim” anlamında bir hayret ifadesi fevkinde : üstünde feylesof : filozof, felsefe bilgini fıtrî : doğal gayr : başkası gayr-ı meşru : helâl olmayan, dine aykırı gayr-ı zaruri : zarurî ve mecburî olmayan, kendisine fazlaca ihtiyaç duyulmayan gedâ : fakir geven : dikenli bir tür çalı hâcât : ihtiyaçlar hâcât-ı zaruriye : zorunlu ihtiyaçlar hâcet : ihtiyaç had ve hesaba gelmemek : sonsuz ve sınırsız olmak hadis : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış hadise : olay hadis-i şerif : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış hadsiz : sınırsız hakikat : asıl, esas, gerçek mahiyet, doğru gerçek hakikî : gerçek, asıl hâkim : hükmeden, idaresi altında tutan hâlet : durum, hal Hâlık-ı Rahîm : bütün varlıkların yaratıcısı olan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah haram : Allah ve Resulü tarafından kesin olarak yasaklanmış şey hararet : ısı hasâret : zarara uğramak haslet : huy, karakter haslet-i memdûha : övülmüş ve methedilmiş özellik hasretme : sadece belli şeylere odaklanma hâşâ : asla hat : yazı hatıra-i hakikat : hakikate ulaşma yönünde yaşanmış bir hatıra hayat-ı ebediye : ebedî ve sonsuz hayat, âhiret hayatı hayat-ı içtimaiye : toplumsal hayat haybet : elindekilerden mahrum kalmak, kaybetmek hayır : iyilik, faydalı ve sevaplı amel haysiyet : itibar, onur hayvânât : hayvanlar Hazret-i Gavs : Abdülkadir-i Geylânî (k.s.) Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî : Abdül Kâdir-i Geylânî (k.s.) helâl : dinen yapılmasına ve yenmesine izin verilen şey hısset : cimrilik hikmet : fayda, gaye hikmet-i İlâhiye : Allah'ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye hususan : özellikle hücre : oda hükema : filozoflar hürmet etmek : saygı göstermek iftikar : fakirliğini gösterme ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme ihlâs-ı tâmme : tam bir ihlâs ve samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme ihsan : bağış, iyilik, lütuf ihsas ettirmek : hissettirmek ihtilâl : karışıklık ihtiram : saygı gösterme ihtisar : azaltma, özetleme ihtiyar : dileme, istek, irade ihtiyare : yaşlı kadın İkinci Harb-i Umumi : İkinci Dünya Savaşı ikram : bağış, ihsan iktidar : güç ve kuvvete sahip olma iktifa etmek : yetinmek iktisar : sınırlandırma, daraltma iktisat : tutumluluk iktisatsız : savurgan, tutumlu olmayan ilm-i tıb : tıp bilimi intaç etmek : netice vermek, doğurmak ispat etmek : kanıtlamak israf : savurganlık isrâfât : israflar, savurganlıklar istiğnâ etmek : eldekini yeterli bulup başkasına ihtiyaç duymamak, tokgönüllülük istihfaf : hafife alma istimal etmek : kullanmak istinsah etmek : el ile yazarak çoğaltmak istiskal : hor görme, küçümseme iştihâ-yı hakikî : gerçek iştah özelliği iştihâ-yı kâzibe : yalancı iştah itibarıyla : açısından ittiham etmek : suçlamak izzet : değer, itibar, şeref, yücelik kâfi : yeterli kaide : kural, prensip kâinat : evren kanaat : kısmetine razı olma, elindekiyle yetinmek kanaatkâr : kısmetine razı olan kanaatkârâne : kısmetine razı olarak, yetinerek kanaatsizlik : elindekiyle yetinmeme kat'î : kesin kemâl-i kerem : tam ve mükemmel cömertlik keyfiyet : özellik, nitelik kemâl-i lezzetle : tam bir lezzet olarak kerâmât-ı harika : Allah'ın ikramı olan olağan üstü şeyler keramet : Allah'ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hal ve hareket keramet-i Gavsiye : Seyyid Abdülkadir Geylâni'nin kerâmeti keramet-i iktisadiye : tutumlu olmanın ortaya çıkardığı keramet kıyas etmek : karşılaştırmak kuvve-i zâika : tad alma duyusu külfetsiz : zahmetsiz lâtif : güzel, hoş lem'a : parıltı leziz : lezzetli lezzet-i nimet : nimetin lezzeti lillâhilhamd : ne kadar hamd ve şükür varsa ve olmuşsa, hepsi Allah'a aittir lisan : dil lisan-ı hal : hal ve beden dili maden-i hasâret : hüsrana uğrama kaynağı mahrum : yoksun mahsulât : ürünler maişet : geçim maksud : istenilen, hedef alınan şey mâkûsen mütenasip : ters orantılı mânâ : anlam mânen : mânevî olarak mânevî : maddî olmayan mânevî tevatür : yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların bir haberi aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi marifet : bilme, ilim mâruz kalma : uğrama, hedef olma mâsadak : bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı matbah : mutfak mazhariyet : elde etme, üzerinde gösterme meâl : anlam mecbur : zorunlu medar : dayanak noktası, kaynak medar-ı hüsn-ü maişet : güzel geçinme kaynağı medar-ı ibret : ibret vesilesi medar-ı muhabere : haberleşme vasıtası medar-ı rahat : rahatlık sebebi medar-ı sıhhat : sağlıklı olmanın kaynağı menâbi-i servet : zenginlik kaynakları menfaat : fayda, yarar menhus : uğursuz, kötü merdâne : mert kişiye yakışır şekilde merhum : rahmete kavuşmuş, vefat etmiş merkez-i vücut : vücudun merkezi meşakkat : güçlük, zorluk meşhur : bilinen meşru : yasak konulmayan, dine uygun mevsuk : güvenilir ve sağlam kişi mezkûr : adı geçen minnet : iyilik karşısında kendini borçlu hissetmek misal : görünüm mizan : ölçü, denge muavenet : yardım mugaddî : gıdalı, besleyici muhalif : aykırı hareket eden, zıt, ters düşen muhterem : hürmete lâyık mukabil : karşılık mukaddesât-ı diniye : dinde mukaddes, kutsal sayılan şeyler muktesit : iktisatlı, tutumlu muntazam : düzenli muntazırâne : beklenti içinde murdar : pis, kirli, haram musırrâne : ısrarlı bir şekilde mutemed : güvenilir, emin kimse muvaffakiyetsizlik : başarısızlık muvafık : uygun muvazene : denge muzır : zararlı muztar : çaresiz, zorda kalan mübarek : bereketli, hayırlı mübezzir : lüzumsuz, gereksiz harcayan müfettiş : denetleyici mühim : önemli mükerrer : tekrarlanan mülevves : kirli, pis münasebet : bağlantı, ilgi mürâât etmek : gözetmek, dikkate almak müsavi : eşit müsrif : israf eden, savurgan müstahsil : üretici müstakim : dosdoğru olan müstehak : hak etmiş müstehlik : tüketici müstensih : el ile yazıp çoğaltan müşahede etmek : gözlemlemek mütemadiyen : sürekli olarak mütenevvi : çeşit çeşit, çeşitli nakletme : aktarma namus : şeref, iffet namzet : aday nâstan istiğnâ : insanlara ihtiyaç duymama nazdar : nazlı nâzır : bakan, gözetici nazikâne : nazik bir şekilde, kibarca nefis : insanı kötülüklere yönelten duygu, bir kimsenin kendisi nefyedilen : sürülen, sürgün edilen nehy-i sarih : açık bir şekilde yasaklama netice : son, sonuç netice vermek : sonuçlanmak nev'i : çeşit, tür nev-i beşer : insanlar nimet : iyilik, lütuf nimet-i İlâhiye : Allah'ın nimeti nizam-ı hikmet-i İlâhiye : Cenâb-ı Hakkın hikmetle bu âleme yerleştirdiği düzen noksaniyet : noksanlık, eksiklik Nuşirevân-ı Âdil : adaletiyle ün salmış meşhur, eski bir İran Sâsânî Hükümdarı nükte : ince ve derin anlamlı söz nüsha : yazılı hale getirilen eser okka : 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü risale : kitap rahat-ı hayat : rahat yaşama rahmet-i İlâhiye : Allah'ın sonsuz şefkat ve merhameti reis : başkan rızk : yiyecek ve içecek şeyler, gıda rızk-ı helâl : helâl rızık rızk-ı mecazî : asıl olmayan, gerçek olmayan rızık ribâ : faiz rikkat : acıma, yufka yüreklilik rikkat-i cinsiye : insanın kendi cinsinden olana acıması riyâ : gösteriş, başkalarına iyi görünme riyazat : manevî ilerleme için gerçekleştirilen eğitim Rûmîce : Rûmî takvime göre sa'y : çalışma sabık : geçen, önceki sahrâ : çöl sahrânişin : çölde oturan, bedevî sakil : ağır sarahat : açıklık sarf etmek : harcamak sebeb-i bereket : bolluk ve bereket sebebi sebeb-i izzet : şeref ve üstünlük sebebi sebeb-i izzet ve kemâl : değer, itibar ve olgunluk sebebi sebeb-i meşakkat : zorluk sebebi sebeb-i ref-i bereket : bereketin ortadan kalkmasının sebebi sefalet : perişanlık, yoksulluk sefillik : yoksulluk sehâvet : cömertlik semiz : besili, iri, büyük Sene-i İktisat : İktisat Yılı sû-i ihtiyar : iradeyi kötüye kullanma sû-i istimâlât : eldeki nimetleri kötüye kullanma sukut etmek : alçalmak, düşmek sun'î : uydurma, yapmacık suret : biçim, görünüş, şekil sureten : görünüşte Şâban-ı Şerif : hicri ayların sekizincisi ve mübarek üç ayların ikincisi olan değerli ve şerefli Şâban ayı şâkir : şükreden şehadet : şahitlik şekvâ : şikâyet şevk : şiddetli arzu ve istek şifa : iyileşme, sağlıklı olma şükr-ü mânevî : mânevî şükür şükür : teşekkür etme, Allah'a karşı minnet duyma taahhüd-ü Rabbânî : Allah'ın bütün varlıkların ihtiyaçlarını kendi idaresi altına alma garantisi taahhüt etmek : garanti vermek taam : yemek, yiyecek tahribat : tahripler, yıkımlar tahsil etmek : elde etmek, kazanmak tamahkârâne : aç gözlü bir şekilde tarih-i telif : bir eserin yazılma tarihi tebzîr : israf, saçıp savurma tedennî etmek : alçalmak, gerilemek teellüm : elem ve acı çekme tefsir : Kur'ân ayetlerinin çeşitli yönleriyle yorumlanması tekebbür : büyüklenme telâkki etmek : algılamak telezzüz : lezzet alma, lezzetlenme telif : yazma tenakus etmek : noksanlaşmak, eksilmek tenevvü-ü et'ime : yemeklerin çeşitliliği terakki etmek : ilerlemek, gelişmek terbiye : eğitim tesadüf : rastlantı teshilât : kolaylaştırmalar tesirat : tesirler, etkiler teskin etme : sakinleştirme, rahatlatma tesmiye edilen : isimlendirilen teşcî etmek : cesaretlendirmek tevafuk : uygunluk tevazu : alçakgönüllülük teveccüh etmek : yönelmek teveccüh-ü nâs : insanların teveccühü, ilgisi tevfik-i hareket : uygun hareket tevil etmek : yorumlamak teyid eden : destekleyen tezellül : alçalma tiryaki : tutkun, bağımlı ulema : âlimler ulvî : yüce umum : bütün ümera : amirler, yöneticiler üstad : hoca, öğretmen vahîm : korku ve dehşet verici vakar : ağırbaşlılık vakıa : olay vakıat : olaylar, hadiseler valide : anne vasıta : araç vasıtasıyla : aracılığıyla vazife-i şükrâniye : şükür görevi vaziyet : durum, hal vaziyet-i kanaatkârâne : kanaatkâr bir durum vesika : belge zaafiyet : zayıflık, güçsüzlük zâhiren : dış görünüş itibariyle zâhirî : dış görünüşte zahmet : zorluk zaruret : zorunluluk zarurî : zorunlu zat : kişi zekâvet : zeki oluş zîhayat : canlı zillet : hor, hakir, aşağılanma ziyade : çok, fazla

Sanatçının Fotoğrafı

İhsan Atasoy